top of page

Bir Cinayetten Fazlası

ree

Kimi zaman bir romanın içinde yankılanan sessizlikleri,

kimi zaman bir cümlenin bıraktığı izleri de buraya eklemek istiyordum ne zamandır.


Çünkü “Kitaplığımda Yaşayanlar” da, en az “Dinlemeye Doyamadığım Şarkılar” ve “İçimden Geçen Şiirler” kadar hayatın kendisine benziyor. 🎵📖


Bazen bakıp geçiyoruz kitaplığımıza sadece, görmeden. Yani bir gün gerçekten görmek için bakarsak o kitaplardaki cümlelere; o zaman anlarız belki hayatın göremediğimiz yanlarını…


Márquez’in Kırmızı Pazartesi’si tam böyle kitaplardan bana göre.


Burada umut gürültü yapmıyor; sessiz, derinde ama orada.

Bu yüzden insanın içindeki o sessiz inancı yoklamaya başlıyor belki de…


Kitabı okumayanlar bu kısımları atlayabilir ☺️

Okumaya niyeti olmayanlar için özetleyeyim 😅🤭


Bir sabah, küçük bir kasaba uyanıyor.

Santiago Nasar öldürülecek.

Kasabada neredeyse herkes bunu biliyor, herkes konuşuyor ama kimse bir şey yapmıyor.

Belki inanmak istemiyorlar.

Belki de görmek.

Çünkü inanmak da görmek de sorumluluk getiriyor.


Yazarımız Márquez de, bu hikayeyi bir dedektif romanının soğukkanlı yapısıyla değil, bir rüyanın sisinden anlatıyor diyeyim.


Burada zaman ileriye akmıyor; dairesel olarak dönüyor ve herkes aynı günü, aynı pişmanlığı yeniden yaşıyor.


Sanki hayat, insanlara ders vermek için aynı acıyı tekrar tekrar hatırlatıyor.


Roman boyunca asıl soru “kim yaptı?” değil — çünkü bunu en baştan biliyoruz.

Asıl soru, “neden kimse durdurmadı?”


Bu soru kitabın sayfalarından çıkıp bizim dünyamıza sızıyor.


Günlük hayatta duyduğumuz, gördüğümüz adaletsizliklere, sessizliklere karışıyor.


Bazen bir haksızlık görürüz, birinin düşüşüne tanık oluruz ve içimizden “biri mutlaka bir şey yapar” deriz.


Ama bazen de o “biri” biz olmalıyız ya hani…


İşte Kırmızı Pazartesi, toplumsal vicdanı yavaş yavaş uyutan o uyuşukluğu incelikle anlatılıyor.


Kasaba insanlarının bahaneleri nasıl da tanıdık:

“Şaka sandım.”

“Belki vazgeçerler.”

“O kadar kişi biliyordu ki, ben karışmasam da olur sandım.”


Márquez’in ironisi de tam burada saklı: Böyle böyle sonunda cinayet sadece bir kişinin değil, bir toplumun suçu haline geliyor.


Kasaba halkı ertesi gün, tıpkı bizler gibi, “nasıl oldu da gözümüzün önünde gerçekleşti?” diye şaşırıyor.


Bana sorarsanız bu kitabın güzelliği sadece karanlıkta değil, aradaki küçük insanlık anlarında gizli.


Birinin pişmanlığı, bir annenin sessizliği, bir arkadaşın gecikmiş fark edişi…

Hepsi yaşamın içindeki o kırılgan çizgiyi gösteriyor.


Márquez’in dili oldukça sade ama kelimelerin arasında yankılanan bir kalp atışı var.


Her karakterin içinde pişmanlık dolaşıyor, geç kalmışlık, farkına varmanın ağırlığı. Hikayenin derinlerinde bir şey kıpırdıyor; sessiz, ama ısrarla.

Belki umut tam da orada, kimsenin fark etmediği küçük bir bakışta duruyor.


Kırmızı Pazartesi bir cinayeti değil, insanın kendi körlüğünü anlatıyor aslında.


Santiago Nasar’ın hikayesini okurken büyü gibi bir şey oluyor: okuru da tanık yapıyor bu kitap.


Bu tanıklığı da buraya yazma fikri böyle doğuyor 😊 Tıpkı blogumdaki diğer sekmelerde olduğu gibi — hayata, şarkılara, şiirlere tanıklıklarım gibi 🙋🏼‍♀️

Yorumlar


Post: Blog2_Post

Takip Et

  • Facebook
  • Twitter
  • LinkedIn

©2022 by hangipelin. Proudly created with Wix.com

bottom of page