top of page
Yazarın fotoğrafıPelin Alpaslan

Garantili Mutsuzluk Rehberi



Bu ara, sanırım birkaç yıldır, mutluluk ya da kendimle bağlantı kurmak üzerine birçok kitap okudum. Böyle şeyler okudukça içinizde bir şeyler yeşerir, büyür ya… İçime sığmayıp taşmaya başladığından beri, kendime notlarımı buraya ekleyerek sizlerle birçok şeyi paylaştım. Fark ettim ki uzun bir süredir bir şeyler eklememişim, oturup biraz yazayım dedim. 😊


İnsanın kendisiyle yüzleşmesi yeteri kadar zorken ve hayatımızda bunca negatif şey oluyorken mutsuz olmamayı denemek bile büyük yetenek. Ve bu, mutlu olmaya çalışmaktan nispeten daha akıllıca ve kolay… Zaten mutlu olmak zorunda mıyız kısmı apayrı bir konu. Wilhelm Schmid'in ünlü sözünü buraya bırakıp bugün konuşmak istediklerime dönüyorum 😊


“Ne kadar çok insan

sırf mutlu olmaları gerektiğine inandıkları için

mutsuz oluyor acaba?”


Şunu söylemek çok iddialı bence; mutlu olmak için bunları bunları yapın... Fazla iddialı ve dahası zata mahsus… Çünkü herkes farklı ve bireysel mutlulukları çok değişebilir insanların. Örneğin siz doğayla iç içe olmaktan çok mutlu olurken başka birisi ise şehir hayatından çok hoşlanıyordur. Zaten mutluluğun dış dünyaya da bağlı olmadığına inanan biri olarak mutluluk vaadi biraz daha zor bir alan geliyor bana. Ama benim okuduklarımdan, izlediklerimden çıkarımlarıma göre, bizzat hem kendimde hem çevremde tecrübe ettiğim bir takım mutsuzluğa sebep olacak şeyler var. Bunları sizlerle paylaşmak istiyorum.


Günlük hayatınızda kendinizi çok mutsuz hissediyorsanız, bunlardan birini hiç fark etmeden yapıyor olabilirsiniz, belki de hepsini.


Şunu da söylemekte fayda var ben bunların hepsini yapıyordum, şu anda da belki zaman zaman yapıyorum, fark ediyorum, tekrar kendime şefkat duyuyorum ve düzeltmeye çalışıyorum gibi bir yoldayım. Zaten bu tarz dönüşümler hiçbir zaman başlayan biten bir proje gibi olmuyor da bir yolculuk gibi oluyor bence. O yüzden böyle bir yolculuğa çıkmak istiyorsanız, mutlu olmak için bence uzak durmanız gereken 5 davranış biçiminden bahsedeceğim.


* Bunlardan ilki dedikodu. Dedikodu öyle bir hayatımızda yerleşmiş ki, inanamazsınız dedikoduyu bırakmanın ne kadar zor olduğuna. Mesela yakın arkadaşlarla bir türk kahvesi eşliğinde bizim dışımızda kimde ne varsa elden geçirelim buluşmaları çok eğlenceli görünebilir ve anlık da size iyi hissettirebilir. Ama ben dedikodunun bana iyi gelmediğini nispeten çok daha gençlik yıllarımda keşfettim ve bırakmayı tercih etmek çok da zor olmadı. Hatta kendimle uğraşım, heveslerim, hedeflerim öyle çoktu ki, bunlar için kafa yormaktan başkalarını konuşmayı çok sevemedim. Böyle olunca da zaman zaman dışlanma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilirsiniz tabi. Çünkü her bir araya gelindiğinde başkaları hakkında konuşuluyorsa, siz ne paylaşacağınızı bilemeyebilirsiniz o insanlarla. Benim tavsiyem eğer bir insanla sadece başka insanlar hakkında konuşuyorsanız o ilişkiyi sorgulamanız.


Bir de zaten şöyle geliyor bana, bir insanla yaklaşırsanız, bunu da Brene Brown’ın kitabında okumuştum, yani gerçekten yakınına gidip onun tecrübelerini görüp, onun hayatının içinde olursanız, o insanla ilgili kötü bir şey söylemeniz çok zor. Eğer bir fikriniz yoksa o insanla ilgili, yaklaşmaya çalışın, hani garipsediğiniz şeyleri daha yakından görmeye çalışın, hala garipsiyorsanız da o insanla bence bağlantıyı kesmek daha sağlıklı bir yöntem.


Dedikodu yapmak gerçekten böyle insanı zehirleyen bir şey uzun vadede bence, kısa vadede zevkli de görünse. O yüzden önce başkalarına ve kendinize saygınız için sonra da kendi mutluluğunuz için bence dedikodu kesinlikle kırmızı bayrak. En başta dediğim şeyi tekrar hatırlatacağım. Bunu da yine aynı kitapta okudum çok hoşuma gitti, bir ortamda sadece başka insanlar hakkında konuşuyorsanız ortak düşmanınız oluyor olması sizi dost yapmıyor gerçekten. Başkaları ile ilgili konuşmaktansa hayata bakışınızla ilgili belki, belki anılarınızla ilgili konuşabileceğiniz insanlarla bir arada olmaya çalışın bence daha besleyici, daha keyifli oluyor.


* İkinci bahsedeceğim şeyse o kadar çok insanın yaptığını görüyorum ve öyle içim acıyor ki: şikayet etmek. Şikayet etmenin ben bu hayatta birine faydalı olduğunu görmedim. Çünkü aksiyona dönüşemeyen bir şey. Mesela kurumsal hayatta herkes şikayet eder. Direktöründen şikayet edersin, toplantıdan şikayet edersin, maaşından edersin, o terfi aldı ben niye almadım, sürekli şikayet edersin kurumsal hayatın içindeyken, eğer bunu yaşamayan varsa süper bir yerdesiniz devam edin ama ben öyle bir yer görmedim 9 yıllık İnsan Kaynakları tecrübemde. Dolayısıyla insanların sürekli şikayet ettiğini gördükçe bir süre sonra siz de onlardan biri oluyorsunuz, en başta öyle olmasanız bile. Bundan kurtulmak özellikle yaşadığımız ülke koşullarını düşününce hiç kolay değil biliyorum.


Ama bu sadece bana mı çok tehlikeli geliyor? Hayatımın çok büyük bir kısmını çalıştığım yerde geçiyorum ve sürekli şikayet de ediyorsam belli ki hayatımdan memnun değilim. Bu noktada iki yolunuz var. İlk seçenek: değiştirebilirsiniz -hemen değiştiremem demeyin, yani bence dünyada başımıza gelen şeylerin 95%sini değiştirebiliriz hele ki mental olarak bize zarar vermeye başladığını fark ediyorsak-. Diğer bir seçenek ise: kalırsınız kaldığınız yerde, yani demek ki değiştirecek kadar da içinize dokunmuyor bu durumda kalıyor olmak. Hani orayı iyileştirmeye çalışırsınız. Başka yapılacak pek bir şey yok bence. O yüzden şikayet etmenin kesinlikle insanı mutsuz eden bir şey olduğunu düşünüyorum.


* Bir sonraki bahsedeceğim şey ise yine sizinle ilgili bir şey. Zaten söyledim ya, bence mutluluk çok sizinle ilgili bir şey, hani çok dışsal sebeplere bağlı olduğunu düşünmüyorum. Bir yere kadar bağlı tabi ki ama bence herkes gerçekten büyük oranda kendi mutluluğundan kendisi sorumlu. Neyse dördüncü maddem kendinize acımasız davranmak. Bu o kadar tehlikeli bir şey ki. Ve ben bunu Dört Anlaşma’yı okurken fark etmiştim. Şey diyor hani kendini defalarca yargılayan tek tür insandır. Yani atıyorum hiçbir kedi bir şeyi yanlış yaptığında böyle on gün boyunca hatta yıllar boyunca “ben bunu niye böyle yaptım” falan demez. Tabi bu daha gelişmiş bir bilince sahip olmamamızdan da kaynaklanıyor ama hani bir önceki söylediğimle ilişkili bu, olduğunuz şeyi olduğunuz gibi kabul etmeye çalışmak çok değerli. Bunu da yaparken tabi ki pişmanlık olacak, acı olacak, utanç olacak. Ve bunlar çok güçlü duygular bence.


Mesela ben hayatımda böyle utandığım anları kolay kolay silemiyorum kafamdan. O kadar güçlü bir duygu ki utanç. Bir şeyi yanlış yaptığımda ya da herhangi minicik bir diyalogda böyle kendimi aptal yerine koyduğumu düşündüğümde bu acayip kazınıyor beynime ve defalarca o diyaloğu kafamdan çevirip “şunu da deseydim”, “bunu da deseydim” … Bu böyle günlerce aylarca yıllarca sürebilir yani, duşta “bunu da deseydim”, yatıyorum “ah şunu nasıl demedim” falan… Bunu yapmamak çok zor bence. İnsanın kendine şefkat göstermesi gerçekten hiç kolay bir şey olmadığı gibi oturup böyle üzerinde çalışılması gereken bir şey. Yani şu yaşıma kadar kendime ne kadar merhametsiz davrandıysam öz şefkatli farkındalık konusundan o kadar uzak durmuşum. Bir gün Christopher Germer’ın kitabını aldığımda bile, içimdeki yargıç onu okuyana kadar yok yok dur diyordu sanki 😊 Halbuki düşünüyorum da her şeyi mükemmel yapmalıyım diye kendimizi parçalayarak, güçlü olmak pahasına ne mutsuzluklara itiliyoruz? Ama gerçekten mutluluk istiyorsanız kendinizi sevin ya. Bu çok böyle klişe duyuluyor olabilir. Ama o kadar değerli ki hani bütün utancınızı kırılganlığınızı kabullenip kendinize böyle bir sarılmak, belki fiziksel olarak bile sarılmak, çok gereksiz duyuluyor olabilir ama değerli bir şey bence. Yani gerçekten elinizde bir tek siz varsınız. Yani herkes gittiğinde günün sonunda kendinizle kalıyorsunuz. O yüzden de yaptığınız hataları affetmeye çalışın ve kendinize şefkat gösterin lütfen böyle defalarca aynı konu için kendinizi yargılamayın.


* Bir sonraki madde ise bence yine mutluluğun en büyük düşmanlarından biri: kendini kandırmak. Bu öyle zehirli bir şey ki, kendinizi kandırdığınız için, kendinizi kandırdığınızın bile farkında olmuyorsunuz. Bu bence insanı kendisinden en uzaklaştıran şey ve çözümü de çok zor. Biraz karışık oldu ama bilmiyorum ne demek istediğimi anlatabildim mi. Atıyorum siz bencil birisiniz. Yani kişisel çıkarlarınız, menfaatiniz sizin için her zaman önde geliyor ama sürekli olarak kafanızda da bir imaj var, bencillik sizin için kötü bir şey ya da toplum tarafından dayatılıyor size bu. Dolayısıyla siz fedakarmışsınız, cömertmişsiniz gibi lanse ediyorsunuz kendinizi. Ve daha da önemlisi, gerçekten önce başkalarının menfaatini gözeten biriymişsiniz gibi kendinize de yalan söylüyorsunuz.


Yani şu bence bir yere kadar ok; kendiniz ne olduğunuzu biliyorsanız, çevreye bunu öyle söylemek zorunda değilsiniz yani etik olarak belki yanlış ama çok tehlikeli bir şey değil bence o. Bencilliğin normatif savunucusu Hobbes gibi, bir kilisenin önünde dilenen zavallı birine para vererek yardım ettiğinizi gören papaza, “yoksula yardım ettim, çünkü yardımım onu sevindirdi; ben de o mutlu olduğu için sevindim” cevabını vermeseniz de kendiniz ne olduğunuzu biliyorsunuz en azından.


Ama diğer durumda artık üzerinizdeki ben böyle olmalıyım baskısı nasıl ağırsa kendinize dahi itiraf edemiyorsunuz bencil olduğunuzu falan. Bu bence acayip zor bir şey hayatta. Çünkü bir şeyi fark etmeden, olduğu gibi görmeden değiştiremezsiniz. Ve sürekli hayatta ilerlemek adına bir şeyleri değiştirmemiz gerekiyor bence. Ve bu kendini kandırıyor olmak, kendinizle iletişim kurmuyor olmak, o bağın kopması, tamamen kafanızdaki belirli kalıplara göre yaşamanız, sürekli kendinize de başkalarına da algı yönetimi yapmanız falan bir şeyleri değiştirememenize ve bence olduğunuz yerde kalmanıza sebep oluyor. Bu da çok büyük bir mutsuzluk kaynağı bence.


Çünkü tam tersine eğer böyle kendinizi olduğunuz gibi görseniz, her şeyinizi, kırılganlığınızı, ne zaman mutsuz olduğunuzu, o mutsuzluğunuzu, acınızı da kabul etmeyi. Sürekli başka bir şey olmaya çalışmamayı bir kere görseniz, o gerçekten çok mutlu bir alan. En başta çok zor, bunlara kör yaşamak daha kolay gerçekten. Ama o adımı bir atlattıktan sonra, görüp kabullenip acı çektikten sonra, çok kendiniz gibi olmaya başlıyorsunuz ve bence bu da çok mutluluk verici bir şey.


O yüzden uzun vadede mutluluk için bence insanın kendine karşı dürüst olması, olduğu gibi kendini kabul etmeye çalışması çok değerli. Son bir şey söyleyeceğim bununla ilgili. Bunun anlamı şu değil. Herkes olduğu gibi mükemmel, değişmenize gerek yok diye düşünenlerden değilim ben. Birçok konuda insan değişmeli ve gelişmeli. Pişmanlık da olmalı hani. Hiçbir şeyden pişman olma, sakın geçmişe bakma falan gibi mottoları ben kendime yakın hissetmiyorum açıkçası. Bana göre bu duygular da bastırılıp saklanmamalı. Pişmanlık, utanç, hepsini yaşıyoruz yani… Sadece bunları olduğu gibi kabul etmek bayağı ileri götüren bir şey bence.


* Beşinci söyleyeceğim ise ilki gibi, dedikodu gibi, başkalarına bence yapmamanız gereken bir şey: etiketlemek. Bu yine o kadar tehlikeli bir şey ki. Nerede okuduğumu hatırlamıyorum. Son dönemlerde okudum ve tüylerim diken diken olmuştu... Dehümanizasyon diye bir kavram var. Hitlerin, Yahudileri katletmek adına ve hatta dünya tarihindeki bütün soykırımların yapılabilir kılınmasına giden süreçteki en kritik psikolojik aşama. Hedefteki grubun “insan”lığı inkar ediliyor, başka bir şeye, başka daha aşağılık bir varlığa benzetme yapılıyor. Yani bu histerik bir ruh hali, hedef kitleyi insanlıktan çıkardığından, diğerlerine daha kolay ve rahat bir şekilde suç işleme ve suça teşvik olma psikolojik alt yapısını sunuluyor. İnsanın bütün ahlaki değerlerini devre dışı bırakabiliyor. Daha kolay ve rahat saldırabiliyorlar, çünkü aslında saldıracakları kişi ya da kişiler, insan değil, imha edilmesi gereken aşağılık olarak kabul edilen varlıklar oluyor. Tecavüz edebiliyorsunuz, öldürebiliyorsunuz. Ve bu o kadar riskli bir şey ki, hani kadınlara yapılan mesela, kadınların erkeklerden daha aşağı görülmesi, hayvanlara yapılan aynı şekilde, çocuklara yapılan, yani bu hiç girilmemesi gereken bir yol.


Siz şimdi şey diyor olabilirsiniz, ya dehümanizasyon ne alaka? Ama bence bunun başlangıcı herhangi bir insana tek bir taraftan bakarak etiketlemek. Bununla ilgili size bir TED konuşması önereceğim. Chimamanda Ngozi Adichie, kendisi feminist, siyahi, afrikalı bir yazar “The danger of a single story” konuşmasının ismi. Onu mutlaka izlemenizi öneririm. Bir insana sadece siyahi, sadece kadın ya da sadece müslüman diye bakmanın ne kadar tehlikeli olabileceği ve ne boyutlara gelebileceğini anlatıyor.


Biz bunu Türkiye’de birçok konuda gördük, sadece Türkiye’de değil, dünyada birçok yerde yapılıyor. Naçizane tavsiyem insanlara yaklaşın ve onları tanımadan etiketlemeyin, çünkü emin olun siz de bir şeylerle etiketleniyorsunuz ve siz kendinizi tanıdığınız için tek taraflı olmadığınızı, bir sürü farklı yönünüz olduğunu biliyorsunuz. Ama aynısını karşı taraftaki insana yapmak nedense çok zor bir hale gelebiliyor. Bu da böyle bizi birbirimizden çok koparıyor. Daha böyle büyük bir şeyin parçası olduğumuzu unutur hale geliyoruz. Adalet duygumuzu da zedeliyor. Bu mutluluğumuzu nasıl etkiliyor? İlk maddeye döndürüyor bizi. İnsanlar hakkında konuşmaya sevk ediyor, kendimizle ilgilenmek, kendimizi geliştirmek yerine başkalarının eksik ve zayıf yanlarını aslında muhtemelen kendimizde eksik gördüğümüz yanları konuşarak, onları böyle etiketleyerek, onlara daha kolay kötü muamele yaparak uzun vadede aslında kendi mutluluğumuzu baltalıyoruz. İnsanları asla dili, dini, ırkı, cinsiyeti yüzünden etiketlemeyin. Bu dönüp dolaşıp sizin bütünlüğünüze ve mutluluğunuza set de vuracaktır diye düşünüyorum.


Ve hayır Sapiens kitabı her ne kadar insalığın gelişimini dedikoduya bağlasa da, gıybet lafları sempatikleştirilmeye çalışılsa da, dedikodunun insana çok kötü gelen bir şey olduğunu düşünüyorum 😊





274 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Commentaires


Post: Blog2_Post
bottom of page